Hep böyle olurdu: incir çekirdeğini doldurmaz bir sebepten münakaşa çıkardı aralarında. Tek taraflı söylenmeye dönüşürdü çoğu kez; ne dediği anlaşılmaz, konuşur konuşurdu.
Dırıldanma, derdi ona. Arkasından bir rahatlama duyardı ikisi de. Huzur gelirdi yeniden yuvaya.
Sıhhi bakımdan doğal bu kadarı! Ya ötesi? Tuttu kolundan bir akşamüstü sarstı, iftirada bulundu kaygısızca kendini haklı çıkartacak ya; kalbini kırdı, canını yaktı.
İçi doldu, attı kendini sokağa.
Gürültü sebebi önyargı, aşırı kıskançlık, öz güven eksikliği… Halbuki anlayış, hoşgörü, sabırla çözülürdü sorun dediğin. Çare diye yer verilmeseydi soyutlamaya; bundan mütevellit kaba kuvvete, şiddete…
Sorun var mı? Biz uydurduk muhtemelen, dar kalıplara bağlı bir yaşam sürmeyi tercih ettiğimizden. Kendimize acıdığımızdan karşı tarafa ilişkin şikayetlerimiz. Önce kendimizi sorgulamadığımızdan partnerimize yüklenişimiz. Demokrasi çerçevesinde tartışmaya geçit vermediğimizden kavgaya dönüşen münakaşalarımız. Sahiplenmeye kalktığımızdan yanılgımız çünkü yazılsak bile birbirimize her birey bağımsız döner yörüngesinde; kısaca özgürlüklerimizi kısıtladığımızdan ağrır başımız. Karşımızdakini olduğu gibi kabul edemeyişlerimiz, kendi kalıplarımıza sokma gayretimiz haksız konuma düşmemize sebep değil mi sonunda?