9 Ağustos
Ramazan Bayramının ikinci günü. Erken uyandım. Okuyayım, dedim. Üç saat kitap okuduktan sonra kahvaltımı hazırladım. Çay demleme, ekmek fırınlama, kahvaltı derken bir saat geçti. Yeniden okumaya başladım..yarım saat içinde içim dışım gururlanmanın neşesiyle doldu; yazmak istedim:
Sevgili arkadaşım,
“Güzel yazıyorsun, bilgiyi geleceğe taşımayı başardığını düşünüyorum. Seni tanımış olmak, beni mutlandırıyor. Yeni eserlerin ışık tutsun bizden sonrasına da.
Bulunduğu çağda yön gösterici olabiliyorsa kişi, yol almıştır. Dağarcığındakini geleceğe aktarabiliyorsa başarılıdır. Eserinde hikaye ile tiyatroyu birleştirebilme gücünü göstermen, böylelikle genç nesle daha kolay ulaşabilme olanağı bulman sevindirici. Coşkunu alkışlıyorum.”
Gün sürüyor…
Anladım ki, insanlara hitap ederken bazen “olumsuzluk ifade ettiği düşünülürse” diye sonradan üzüntü duyarak andığım sözlerimin dayandıkları önemli noktalar varmış… Başka bir sevinç unsuru oldu benim için bunu keşfetmek bugün. Söylenenlerin bir sebebi olmalı; hoşa gitmese bile. Her zaman bayram dileklerinde bulunurken, bayram neşesi içinde geçsin günleriniz, derim; gerçekten bayram ne denli neşeli günlerden oluşan bir zincirmiş.
Hayatıma anlam katan her şey için teşekkür ediyorum sana Tanrım! Çocuktum, her ikisi de iri mavi gözlerini çevirip bana, manalı bakan gözlerin var, demişlerdi. Bu kelime lügatıma böyle girdi nerdeyse… O günden beri mana arıyorum her işte, her solukta; öyle geldiğince yaşanmamalı, her anın bir anlamı olmalı. Anlamlandırıyorum dakikalarımı, bunun için yaşıyorum adeta. Kendimi boşlukta hissettiğim olmuyor değil, kıvranıyorum o zaman. Diyor ki bana, hep bir şeylerle meşgul olduğun için boş durmayı bilmiyorsun. Bir yandan uğraşı gayreti içinde olduğumu karşımdakine fark ettirdiğime sevinmeli miyim? Diğer yandan bir yere gittiğimde-mesela bir ziyarete- nasıl oturacağımı bilemememe üzülmeli miyim? Ona kalırsa üzülmeliyim herhalde. Yok yok üzülmemi istemez o, sadece köşesine çekilen bir yaşlı olsam canım sıkılır, diye düşünüyordur. Alıştırmalıyım kendimi boş geçecek günlere, böyle olmasını istemem gerçi! Son anıma dek uğraşmak isterim sapla çöple.
Tüm bunları neden yazıyorum? Bir anı olsun bugünden yarına. Yalnız geçen anlarımı böyle doldurdum, diyebilmek içindir belki. Kimi hiç yalnız kalmak istemiyor, aslında insan, yapı olarak uygun değil buna. Öyle ama, baktığında çevrene ne çok yalnız insan görüyorsun; yalnızlıktan kurtulmak için çaba sarf eden insanlar. Yalnız kalmamak için evlenirim belki bir gün, demişti. Yanında biri varken de yalnızlık duyabilir kişi, bu korkunçtur diyemeyeceğim. Çünkü bu da yaşamın bir parçası ve insanoğlu her durumda nasıl davranacağına dair yol yordam geliştirmelidir. Her olumsuz halden kurtulacağı bir kaçış noktası bulmalıdır.
Çok mu yöntem belirtme sevdasına düştüm, sıkıyor muyum karşımdakini bilmem. Şöyle olmalıdır, şu şekilde yapmalıdır derim hep. Anlatılmak isteneni bazen hikaye yolu ile anlatmak daha etkili olabilir… Karşılıklı konuşuyormuş gibi yazılan yazıları okumayı severim.
Yürüyüşe çıkmak talebim, gazete almalıyım, kitap eki çıktı her cuma olduğu gibi. Bak yine aynı şeyi yaptım:-meli, -malı!
Ünlü Yazarların Favori Açılışları başlıklı yazıda ünlü yazarlara en sevdikleri giriş cümlelerini sordukları röportajlara yer verilmiş… En sevdiğim giriş cümlesi Virginia Woolf’un Dalgalar adlı eserinden: ‘’Güneş henüz doğmamıştı. Deniz gökyüzünden ayırt edilemiyordu, tek fark denizin buruşuk bir örtü gibi hafifçe kırışmış olmasıydı.’’ İlknur Özdemir çevirisi. Aslında “giriş”in tüm satırları çok hoşuma gitti. İyi tercüme edilmiş, duyguyu geçiriyor. Çeviri önemli bence.
Yazdıklarımı okumalıyım sık sık. Okuduğumda beğeniyorum, her zaman olmasa da. Daha programlı olmalıyım. Genel olarak neyi, ne zaman istersem o zaman yapan biriyim, programımı isteklerim doğrultusunda oluşturuyorum senin anlayacağın. Bu işi bir ofis ortamına dönüştürebilirim açıkçası.
Jonathan Franzen’in sevdiği cümle de hoşuma gitti: ‘’Josef K. iftiraya uğramış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.’’ Franz Kafka’dan Dava, Ahmet Cemal çevirisi.
Kendimi anlatmam zordu… Takip ettiğim bir blog yazarı uzun uzun kendinden bahsediyordu; köşesini okuduğu kişiyi tanımak istediğinden, onu okuyanların da onu tanımak isteyeceklerinden… Önce ne gerek var, bu denli ayrıntıya demiştim sonradan kafama takıldı: ben kendimi tanıyor muydum? Biraz da benim hikayem bu belki. Öyle ya, okuduklarım, gözlemlerim, gözleyemediklerim, yaşadıklarım oldu, konu! Oysa kendimden bahsetmek değil amacım salt. Hikaye yazmayı isterim, okullarda yazdık tabii, hatta ilk hikayemi yazdığımda sekiz yaşındaydım, öğretmenimiz ödev olarak vermişti; konu: başımızdan geçen ilginç bir olayı anlatacaktık, hikaye şeklinde. Beyoğlu’nda kaybolduğum günü yazmıştım… Annemlerle vitrine bakarken birden etrafımda kimsenin olmadığını görüp ağlamaya başladığımı, gayri Müslim bir bayanın beni elimden tutup tarif ettiğim gibi evimin olduğu yere getirdiğini, orada durakta annemle babamın beni beklediğini..”evin yolunu biliyor, gelecektir” demişler… “Evi biliyorsun, ağlamaya ne gerek var; ağlayıp dikkat çekmeye..ya kötü biriyle karşılaşsaydın” şeklinde çıkışmalara maruz kalışımı… Unutamadığım, o vatandaşın güven veren avucunda can bulan minik parmaklar dünyayı kucaklamışlardı o gün.
Bu akşam Kemal Sayar’ın Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez adlı kitabını okumayı bitirdim. En favori bitiş cümlesi bu eserinki olurdu: ‘’Kelimeler bize nasıl da yanıltıcı bir iktidar hissi veriyor değil mi? Ben pek yerleşik bir ruh değilim, yerimden kımıldamayı severim, bir kurumda dört yıldan fazla kaldığım olmadı. Bu dünyada iç rahatımın yerinde olduğu söylenemez. Dünyadaki gurbetin, ‘evinde olamama’ hissinin, dünyayı bir türlü yurt belleyememenin hüznünü içimde sürekli gezdirdim. ‘Suların ötesindeki ülke’yi arayıp duruyorum. Şimdi kendi yazıma karışıp da kaybolma vakti geldi. Allahaısmarladık!’’
Hep bir dostla konuşuyorum sanki bir kitabı okurken diyorum ya, dostla söyleşi bitti. Olsun, elimde bir başka kitabı daha var şu an… Demek ki, okurun, yazarın yeni kitabının çıkmasını beklemesi böyle bir şey! Eski yıllarda bir yazara ait sadece bir, bilemedin iki eser okurdum, o da fikir edinmek için. Böylesi peşlerine takılıp gidişim yeni yeni. Gençlik yıllarında Özdemir Asaf’ın şiir kitaplarına önem verirdim, bir o! Bir de Doğan Cüceloğlu’nun kitaplarını okuyuşlarım, 30’lu yaşlarımda.
Bir şiir:
Resim
İlk resmini görmüş, beğenmiş
bundan sonra onunlayım demiş içinden.
Karşılaştıklarında bir bakmış ona,
her yanı sarmış sarmalamış aşk
Dünyasına dalmış, kıpırdayamamış, karışmış
bir tespih tanesinin uğurunda kaybolmuş
Farkına varmış, yeryüzünde
ne çok sevecek şey olduğunun.
Bu arada, “yazdığın yazıya karışıp kaybolma vakti” var, gerçekten! Yayınladıktan sonra artık sana ait olmadığını fark ediyorsun yazının. İçinde yitip gidemiyorsun yeniden okurken…
Sevgiyle,
S.
Not- Şiir, Hareler kitabımda yayınlanmıştır.
Betül Avunç’a.