Aradan günler geçti, yuvarlandı kar tanesi… Büyüdü durdu; oturdu yuvasına, o geldi. Batan günün ardından toparladığı kızıllık vurmuş maviye, toz pembe şimdi ufuk! Sessizliği boğan bir kelebek o, saflığından bir şey yitirmiyor onca yengi, yenilgi…
Olmadığı denli özgür! ‘’Ne sırlar saklı’’ deniyor ya, aslında yaşantılarda gizem olmadığına inanıyor ama rast geldikleri bilemiyor benliğindeki dalgalanmaları… Anlatmaya çalışmak boşuna gayret değil mi? Paylaştığında, ancak, bir bölümünü anlayabilir karşısındaki, o da kendini verirse dinlerken.
Bir çığ idi kavrayamadığı, başından savamadığı, sevecenliği anbean belirginleşen… Yalnız..dalına konamadığı! Berrak su parıldıyor, düşünce kar tanesi, güneşin eriten neşesi su yüzünde. Savruklaşan pırıltılar… O doygun kızıllık sarıp sarmalanacağı aşkı arıyor, buluyor belki kucaklaştığı kar tanesinde. Buluşma kısa sürüyor, söyleyemiyor ikisi de hislere saklananları..duydukları acı katbekat artıyor. Gördüğü maviliklerde kaybolan izler, anıların sakladığı güzellikler… Geçip giden ömür kendince yazıyor onunla akıp duran gözyaşlarının neyi anlattığını. Bir iç huzuruna ulaşıyor zamanla..görev, sorumluluklarını yerine getirip kendine yardım ederek.
Önceden yazılanların başlıkları ona ışık olurdu, çözmeye çalışırdı: neydi, nasıldı akıl yürüterek. Sonra okumaya başladı başa çıkamadığı sevdanın nereden geldiğini. Duygularına kapılmamıştı ya, umursamazlığı öğrendi; gerçekçi izlenimlerle çıktı kabuğundan. Yorgun, kararlı; soluğu gibi solgun yaşanası bir aşktı onunki. Oysa uçuktu aşk dediğin..rengarenk yaşanmalıydı. Varlığı ve yokluğu bir. Bir adımda. Sevecen cümlelere gereksinim duyardı.
Duyarlı olacaktı, aşık, sunulanlara. Selam durmalıydı; kırlarda çiçekler, ağaçta kuşlar da ona. Boş verdiği ne varsa anlam kazanırdı; nokta, virgül onun olurdu, arkadaşlar onunla. Sılayla yanıp tutuştuğunda refahı sevdası olurdu. Çırpınıyordu, öyle gerekti! Yaşamak aşık olmak demekti: börtü böceğe, çayıra çimene. Tanrı’nın yarattığı her şeye. Tanrı’ya.