İlkokul dördüncü sınıf, 18 Mart öncesi hazırlıklar, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü dolayısıyla. Mehmet Akif Ersoy’a ait “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirin bir bölümü veriliyor çalışmam için; o sabah merasim esnasında okuyacağım tüm okul öğrencilerinin önünde.
Defalarca okuyorum evde, şiirin hakkını vermek için uğraşıyorum. Tören günü hava yağmurlu, kapalı salonda toplanıyoruz. Sıram geldiğinde seslendirmem isteniyor. Şiiri, tam orta yerinde, istemeye istemeye yanımda bekleyen diğer sınıftan bir arkadaşa devrediyorum, devam etmesi için.
Ne sevdim bu şiiri! Öfkeleniyorum içimden. Bu topraklarda rahat uyuyalım diye gözünü kırpmadan ölüme giden askerlerimiz için gözlerim doluyor. Zil çalıyor, sınıflarımıza giriyoruz.
Bunları dile getirmek belki sığ bir yaklaşım gibi görünüyor, şehitlerimizin aziz hatırası katında… Unutmadığımdan bu dillenme, saygıdan.
Ruhları şad olsun tüm şehitlerimizin:
“…
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
…”
Etiket arşivi: Anı
Yine
Yürüdüm. Yürüdüm.
Televizyonda gazeteci Mehmet Barlas ile Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un konuşmasını dinledim, gözlerim yarı kapalı… Sanat tarihçisi Atasoy, Osmanlı padişahlarının takıp takıştırmaya ne denli önem verdiğinden bahsetti.
Yorgun hissediyordum, uyumak istedim. Sabahsa beş idi uyandığımda. Yavrum, yeni yatacaktı. Biraz daha uzanıp altı gibi kalktım.
Dünkü yazılarımı okudum, birkaç yere takıldım. Düzelttim.
Sıcak bir gün olacak yine sanırım.
Bulaşık makinesini çalıştırdım, kirli tabak-çanak birikmiş yine.
Kuş sesleri, cıvıl cıvıl… Tüm hayatımızı kaplıyor. Ne şahane ki kuşlarla yaşıyoruz!
Atletime tutturduğum çengelli iğneye takılı nazar boncuğunu aradım, kaybetmişim; bir yerimize batmadan iğnesi, çıksa bulunduğu yerden. Derken… Buldum! Başucu kitabımın üzerine bırakmışım.
Nazar boncuğunu bulamayınca yavrumun bir doğum günümde hediye ettiği gümüş hazneli nazar boncuklarından oluşan bilekliğimi taktıydım demin, beyaz kayışlı saatimin yanına. Güzel durdular ikisi.
Bir hoşluk bu bence. Taktığında hem nazardan korunma hissi uyandırıyor hem harika duruyor: beyazlığın üzerinde mavi tonları, ışıltılı bir iğnenin ucuna takılı; parmakta bir yüzük, boncuklardan oluşmuş ya da bilekte, zincirde kolye olarak. Hayatı renklendiriyor.
Camı şekillendirmek hakikaten çok meşakkatli bir iş, yürek verip kotaranlara selam olsun!
Örgü İyi Bi Hobi
Uzun yıllardır yün örmüyorum. Geçen gün örgü örmenin iyi olabileceğini düşündüm.
Atkı örerek başlamalıyım dedim. Deneyimimi pekiştirmek gerekli idi. Önce güzel yavrumun aldığı pembe, mavi, gri, bej renklerden oluşan ebruli iple ilmek atarak denedim, arkadaşlar daha kalın şişle çalışmamı önerdi. Söküp yeniden ilmek attım: lastik ve ilerleyen sıralarda da aralara haraşolar yerleştirerek devam ettim.
Hafta sonu Çarşı’ya çıktığımızda pasajdaki yüncüden bu kez kahve, kiremit ebruli ve limon sarısı renkte yumaklar aldık. Değişik kalınlıkta şişlerle yarattığım basit örneklerden atkı, şal örmeyi planladım.
İyi bir değişiklik oldu bana..sadece yazı yazarak yol açtığım krizi önlemeye yardımcı oldu. İşe kendimi verdim mi “gözünü çıkarana dek” uğraşmam ilk değil! Bu defa daha dikkatli olacağım çünkü yazı yazmaktan hoşlanıyorum ve hayatımın sonuna onunla yönelmek istiyorum. Uğraşım olmalı dedim ya, “yazmak” en iyilerinden.
Yünlere şişler vasıtasıyla şekiller vererek ısınacağımız nesneler oluşturmak fevkalade bu arada. İlk öğrendiğimde sarı lacivert bir kazak çıkartmıştım ortaya, ortaokul yılları… Kulüp aşkı yüzünden… Giymedim ama. Sosyoloji öğretmenimiz demişti, “sizin yaşınızda ben de fanatiktim, yaş ilerleyince o heyecan kalmıyor”. Hak veriyorum ona bugün.
O yıllarda yine gazetede okumuştum, tarihte ilk örgü örme eylemini gerçekleştiren erkekler olmuş; resimleri de vardı, gülmüştüm.
…
“Niye üç atkı” diye sordu. “Birinden sıkılınca öbürünü alıyorum elime” dedim. Farklı kalınlıktaki şişlere geçmek de dinlendiriyor kollarımı… Aynı anda birçok kitabı okumak, birkaç konuda birden yazı yazmak gibi.
…
Şimdiden düz örgü bir hırka ve yeni çıkan bayağı kalın yünlerden büyük bir battaniye örmek için program yapmaya başladım bile. Bu da bi kriz sebebi olmasın, kaptırdım: gece gündüz “örmece”!
Özledim
Pişirdiği galetaların kokusu caddeyi baştan sona saran fırının arka sokağa açılan kapısından içeri adım atmayı özledim. Anneannemin fırınlanması için götürülmek üzere hazırlayıp elimize tutuşturduğu börek ya da kurabiye sinisini bıraktığımızda makbuz koçanının en üst yaprağının kopartılıp verilmesi ve “bir saat sonra hazır” sözüyle çıkıp oynamaya devam ederek sürecin bitiminde geri gelişimizi… Makbuzun bizdeki nüshası ve sararan kopyasının karşılaştırılıp sıcak tepsinin gazete kağıdı örtülerek iade edilişiyle avucumuzdaki bozukluklarla yaptığımız ödemeyi ve bir koşu, eve, çayın yanına yetiştirişimizi.
Galetalara gelince hilafsız yarım metre idiler, tezgahta dar, uzun..ayaklı hasır sepetlerde muhafaza edilir, daima dükkanın süsü olma özelliklerini korurlardı bana göre..yemesi kıtır kıtır muhakkak. Onlardan hiç alıp yemedim..sabah kalktığımda başlardı etrafa yayılmaya koku.
Galeta rayihası ile denizi beraber solurduk, içimize çekerdik doyasıya… Haliç’in o dayanılmaz “parfümvari” esintisi sonradan hakim olmaya başladı Fener, Balat’ta.
Kitap Kapağı
Esere ait imgeler taşımalı, kitap kapağı.
Kitabevi’ne sipariş vermiştik, birçok kitap gelecekti, bir iki de defter. Sabırsızlıkla bekliyordum kargonun gelişini, çok bekletmediler beni; hediye paketiydi, kızım o şekilde ısmarlamış… Heyecanla açtım, özellikle biri vardı ki içlerinde kapağıyla girdi kalbime. Lale desenli olanı! Onu her zaman masanın üstünde ağırlamak istedim, bir süre öyle de durdu, lale dolu bir vazo gibi. Okumak için her elime alışta laleleri yoklar, adeta bir diyalog kurardım onlarla. Kitabı bir kez daha okumaya başladım, bunda kapağına değeceğim düşüncesi pay sahibi olabilir mi, dersem basite indirgediğimi hissederim: kapak tasarımı, içeriği destekler nitelikte başarılı.
Kapak, içerikten haber uçurmalı okuyucuya, konu ile isim arasında gidip gelen rabıtaya bir ışık olmalı.
O, Bir Temmuz Günü Bize Elveda Dedi
“İğne battı, canımı yaktı
Tombul kuş, arabaya koş
Arabanın tekeri, İstanbul’un şekeri
Hop hop hop, altın top
Bundan başka oyun yok!”
-Tekerlemeleri hatırlıyor musun? diye soruyor.
-Tamamını değil! diye yanıtlıyorum. Bunu da mesela siz söyleyince tam olarak anımsadım.
(İstanbul’un şekeri dünyalarda bir tane diye devam etmiyor muydu o yoksa ben mi uydurdumdu?)
-Hatırlamıyor, diyor gelini için… Ama ben söyletiyorum toruna; çok hoşuna gidiyor: hop hop hop, altın top.
-Kuşaklararası farklılıklar, diyorum. İlk anda hatırlayamadım ya, gelin benden de genç! diye ekliyorum.
Ses çıkarmıyor. Onu o gün son görüşüm…